Gözden kaçırmayın

Yıl 1952, aylardan kasım. Dinar Askerlik Şubesi’nden bir yazı geldi. Askere sevk için falanca gün şubede bulunmam isteniyordu. Bu çağrıyı bekliyordum. Dikici köyü yolunda, İstasyona giderken sola saparak 200 metre kadar yürüdüğünüzde, küçük bahçeli sevimli bir binaydı askerlik şubesi. Şimdilerde yine orada mı? Yeri değişti mi? Yıllar oldu. Bilmiyorum.Vatan hizmeti çağrısıyla ertesi sabah şubeye gittim. Büyükçe odada uzun bir masa, çevresinde tanıdık iki Dinarlı üye, beni görünce hafifçe tebessüm ettiler. Şube Başkanı Albay Fahri Pekiner’in yanında Afyon’dan geldiğini öğrendiğim doktor raporlarımı görmek istedi. İncelemesi uzun sürdü. Biraz da benim anlatmamı istedi. Anlattım. “Mımm!” yaptı, ciddi ameliyatlar geçirmişsin, seni Konya Askeri Hastanesine sevk edelim, orada heyete gir, seninki kısa dönem askerlik olabilir…” dedi. Evraklarımı ve askerde giyeceğim elbiselerimi verdiler.Dışarda beni bekleyen faytona atlayıp istasyon- ılıca arası ince uzun yoldan eve geldim. Asker elbiseme annemle şöyle bir baktık. Benim bedenimle ilgisi yok. Giydim, komik oldum. Terzi İsmail Diker ağabeyin dükkânı çarşıda, bizim büroya yakın. Dedeoğlu Un Fabrikası bürosunun karşısındaki tek katlı dikdörtgen bina. Biraz yukarısında, İbrahim Tekelioğlu’nun kunduracı dükkânı ve yakınında şadırvan var. Geçen yıl İsmail abiye takım elbise diktirmiştim. Ölçülerim defterlerindeydi. Yanında çalışan kalfa Laklak Ahmet abi iki prova ile asker elbisemi vitrinlik yaptı, “Olursa o kadar” derler ya. İşte öyle olmuştu elbise.
Ayrılık günü geldi. Ailemin dualarını, arkadaşların uğurlama törenlerini, yani ‘veda’ kısmını anlatıp uzatmayayım. Her askere gidende bir şaşkınlık olur ya, öyleydim… Trenle 28 Kasım 1952 günü Konya iline ayak bastım. Babamgilin zahire işi yaptıkları Şevket Çivlik adında bir tüccarın adresine taksi ile ulaştım. Amcamın yazdığı tanıtım mektubunu Şevket amcaya verdim. Bana anlatılmaz ilgi gösterdi, acıkmıştım. Konya’nın ünlü etli ekmeğini ilk orada yedim. Beni Konya’nın en işlek caddesinin sokağındaki Selçuk Palas oteline götürdü, “Askere gelmiş, babasıgil tanıdığımdır, ilginizi beklerim” dedi, ayrıldı. Otel ve tek yataklı odam güzeldi. Sahibi İbrahim bey otuzlu yaşlardaydı. Askerliğim bitene dek çok ilgilendi. Nedret Gürcan Konya’da askerliğinin ilk gününde berbere gitmeden önceErtesi gün öğle sonu asker elbiselerimi giydim ve önce cadde üzerindeki fotoğrafçıya gidip poz verdim. Sonra da yanındaki berberde güzelim saçlarımı 3 numara kestirdim, kepi taktım, aynaya baktım ki gerçekten asker olmuşum… İkindiüstüydü otelden ayrılıp elimde valizim, taksiye bindim. Sanki tatile gidiyormuşum gibi… Konya’nın ünlü Aslanlı Kışlası’na, Muhabere Taburu’nun kapısına vardım. Şoför “hayırlı teskereler” dedi, beni bırakıp gitti. Ne teskeresi? Daha askerliğin “A”sındayız; “Z”ye kadar teskerenin rüyası bile görülmezdi ki… Kasım ayının sonu. Hava kararmış ve çok soğuk. Nizamiye kapısının önünde izbandut görünümlü iki asker karşıladı beni. Sanki geleceğimi biliyor gibiydiler; yani, o tavırdalar… Valiz elimde, kibarlık yapacağım ya.. onlara hafiften bir asker selâmı verdim ve gülümsedim. “Gel bakalım hanım evladı!” dediler. Özel dikilmiş elbiseme taktılar! Onlar önde ben arkada yürüdük. Büyük kışla avlusunun birkaç yerindeki sönük ışıkların altından geçtik. Beni sobası tüten büyük bir koğuşa götürdüler. İçerisi benim gibi acemilerle dolu, belki yüz acemi er var. Tavandaki ampuller ampul değil sanki kandil. “Şuna bir elbise getirin” dediler. Anladım ki elbisemi alacaklar. Kucağıma attıkları elbiseyle koğuşun kuytu, uç yerine geçtim. Sözde soyunup verdikleri elbiseleri giyeceğim. Önümde dar bir kapı, aklım bana “durma, kaç!” diyor. Göremeyecekleri şekilde kapıyı araladım ve boşluğa fırladım. Koca kışla avlusunun gecesinde ışıklı iki katlı bir bina gördüm. Soluk soluğa binaya girdim. Merdivenleri çıktım. Odanın birinde “As.Tabib” yazıyordu. Şans benimleydi. Tıkladım. “Gel” sesiyle kendimi odaya attım. Doktor teğmen “Otur” dedi. Ağlamaklıydım. Anlattım, anlattım… “Seninle yarın ilgileneceğim” dedi. Bir onbaşıyla beni muhabere taburunun misafirhanesine gönderdi.Doktor teğmen sabahleyin beni Konya Askeri Hastanesi’ne, heyete sevk etti. Ameliyatlar sonucu karnım kesiklerle harita gibiydi. Doktorlar şöyle bir baktılar. Altı ay askerlik yapmama karar verdiler. Kışlaya döndüm. Avluda acemilerin ‘içtiması’ vardı. Aralarına karıştım. Yüzbaşı Sadi Üngün “aranızda daktilo bilen varsa şuraya çıksın” dedi. Beş altı asker çıkıp dizildik. Taburun bir odasında daktilolu masalar. İstiklâl Marşı’mızın yazılı kâğıtları önümüzde. Süre 5 dakika. Tıkırdamaya başladık. Marşın metnini yanlışsız bitirdim. Önce 2’nci bölük, sonra tam iki ay tabur yazıcısı olarak görev yaptım Aslanlı Kışla’da. Birikmiş ne kadar kuvve varsa tamamladım. Gotik harflerle kenarları süslü grafikler yaptım. Resme olan ilgimi gördüler. Artık torpilli bir askerdim. Hafta sonları otele çıkıyordum.Mevlânâ Müzesi Aslanlı Kışla’nın yolunun üzerindeydi. İlk ziyaretimde Müze Müdürü Mehmet Önder’le tanıştım. Elimde şiirlerimin yayımlandığı Varlık ve Kaynak dergileri vardı. Müze müdürü dergileri görünce edebiyatla yakından ilgili olduğunu, beni de şiirlerimden tanıdığını söyledi. Orada da bir “oh” çektim. Şiir, asker ocağında da yüreğimde ve yanımdaydı. Sonraki günler Mehmet Önder beni Konyalı şair ve yazarlarla tanıştırdı. Bunlar Feyzi Halıcı, kardeşi Mehdi Halıcı, M. Zeki Akdağ, Ali Rıdvan Bülbül’dü. Sık sık Konya’nın ünlü Sabriye’nin lokantasında buluşuyor, şiir ve edebiyat yarenliği yapıyorduk. Bu arkadaşları Hisar dergisinden biliyordum. Dostluk kurduk… Aynı tertipde film ve sahne sanatçısı Yılmaz Duru da er olarak askerlik yapıyordu. İstanbul’dan gelen sevgilisi Ayla Karaca ile de tanıştım. Bir dostluk başladı. Konya’nın ‘kızlı barları’ ve sinemaları bizimdi…Aslanlı Kışla’da salt daktilo yazmak değil, resimle de ilgili olduğumu göstermiş, taburun birçok çizelgesini yapmış, yenilemiştim. Ordu Müfettişliğinden gelen bir albay “kim bu er?” diye sormuş. Söylemişler. Kışlanın önüne gelen askeri araçla o gün toparlanıp ordu evine götürüldüm. Subaylarla dolu bir odada çalışmaya başladım. Artık akşamları kışlada değil oteldeki odamda yatıyor, sabahın şafağında ordu evine gidiyordum. Çok geçmeden Kurmay Başkanı Fahri Özdilek Paşa’nın huzurunda buldum kendimi. Evindeki tabloların odalara göre düzenlemesini istedi benden. Eşi hanımefendi resim tutkunu. İki gün gidip geldim, istediği gibi düzenledim. Çok memnun oldular. Beni orduevinde yemeğe aldılar.Askerliğim çok yoğun bir o kadar da renkli geçiyordu. Genç subaylarla arkadaş olmuştuk. Bana bedenime uygun bir subay elbisesi verdiler. Fotoğrafta görüldüğü gibi çoğu kez Konya caddelerinde birlikte geziyorduk. İnzibatlar selâm veriyorlardı, ama çekiniyordum. Askerliğim böyle geçerken günün birinde kendimi orduevinin sahnesinde buldum:Bundan tam 60 yıl önceydi… (4 Nisan 1953)Ancak benim yaşımdakiler hatırlarlar. 4 Nisan 1953 günü Çanakkale Boğazı’nda bir facia meydana gelmiş, Dumlupınar adlı denizaltımız batmış ve 81 subay ve er şehit olmuştu. -4 Nisan 1953 günü batarak 81 şehit veren Dumlupınar Denizaltısı Kurmay Başkanı benim yardımcı subaylarla bir “Dumlupınar Gecesi” düzenlememi ve orada M.Akif Ersoy’un şiirini okumamı istemişti. Tam bir haftada dört subay yardımıyla orduevi sahnesini hazırladık. Sahnenin arka duvarı bayraklarımızla ve Atatürk fotoğraflarıyla süslendi. Sahne ışıkları şiirin anlamına uygun olarak zaman zaman kararacak, arka fondan silâh elde bir Mehmetcik ve denizaltı silueti görünecekti. İstenilenleri fazlasıyla yaptık.Geceye Ankara’dan 2. Ordu Müf. Abdülkadir Seven Paşa gelecek haberi alındı. Haber tüm ordu kademelerinde heyecan yarattı. Hele benim heyecanımı bir düşünün.. titriyordum… Paşaların huzuruna şiirle çıkacaktım. Mehmet Akif ’in şiirini ezberlemek ve kendi şiirimi yazmak için bir hafta geceleri yarı uykulu yaşadım. Benim şiirimden kimsenin haberi yoktu. Albay ve üstü subay ve eşlerinin davetli olduğu orduevi salonu tıka basa doluydu. Ağır matem müziği eşliğinde sahneye çıktım. Ve, Mehmet Akif’in Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker/Gökten ecdat inerek öpse o pâk alnı değer” dizeleriyle başlayan şiirini okudum. Alkış, alkış… Sonra huzura en saygılı sesimle “Kumandanlarımın yüksek izinleriyle Çanakkale şehitleri için yazdığım kendi şiirimi de okumak istiyorum” u arz ettim. “Okusun!” dediler. Öteden beri güzel şiir okuduğum söylenir. O gece yoğun alkışlar arasında şiirimle orduyu selâmladım. Şiirimin sonlarına doğru sahneye yakın masalardan hıçkırık sesleri duymaya başladım. Subay eşleri ağlıyorlardı. Salonun gizemli havası, 81 şehidin ruhu beni, şiire verdiğim hüzünlü okuma havası ve sesimin tonu salonu dolduran konukları etkiliyordu… İşte, 60 yıl önce yazdığım Vatan Sağ Olsun başlıklı o şiir:Sabahtı, öğlendi, öğleden sonraydıAkşamdı, akşamdan sonraydıCivan yarim denizin üstündeydikBen hiç bu kadar güzel görmemiştimHiç bu kadar güzel değildiGögün mavisi, bulutun beyazıBir yandan deniz, bir yandan martılarBir yandan ÇanakkaleAğacında kuş, denizinde balık güzeldirAma başkadır hepsinden güzelim Çanakkale. Dosttuk oysa ki denizle, merhabamız vardıBilmezdik böyle hayın olacağınıNasıl arkadan vurdu bizi anlatamamÖldük, yataklara hasret gittik. İşte o zamandı, geminin saati durmuştuGeminin saatiyle bütün saatler de durmuştuİkiye çeyrek vardı albayım öldüğündeİkiye çeyrek vardı yüzbaşım, üsteğmenimİkiye çeyrek vardı başgediklim, çavuşumBen öldüm en son, saat ikiye çeyrek vardıEllerimizle gökyüzünü gösteremeden,Yıldızları bir bir sayamadan… Son bir mektup yazmak isterdim evimeDaha ellerim tutarken yavukluma“Seni seviyorum biliyorsun” demek içinDaha ellerim tutarken benim kahraman ellerim. Siz şimdi rahat uyuyorsunuız ya yataklarınızdaBiz seksen bir kişi uyumuyoruzKomutanın karısı uyumuyorYüzbaşımın, teğmenimin, eriminAnası uyumuyor, bacısı uyumuyor… Çanakkale önünde vurdular beniBenim adım DumlupınarKan döker iki gözüm iki çeşmeİçerimde bir yare, derdi devasızBen ağlarım pare pare sızılar…Gün doğar, denizin yüzü ışırBalıklar duyar sıcaklığınıKimse göremez derim, son görüşüm gibiGeceyi, yıldızları, doğan günüBenim adım DumlupınarRadyolar, gazeteler unutmayacak bunuBen Dumlupınar’ımŞehit düştüm, unutulmazım…Vatan sağ olsun!...4- Yazıda “Güzel şiir okuduğum söylenir” diyen Nedret Gürcan İstanbul’da bir sanat-edebiyat gecesinde şiir okurken
Yorumlar
Yorum Yap