Evliyânın büyüklerinden, insanları Hakka da’vet eden, doğru yolu göstererek saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin ondördüncüsüdür. Hazreti Hüseyn’in soyundan olup, seyyiddir. Evliyânın meşhûrlarından olan Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin talebesi ve Behâeddîn-i Buhârî Nakşibend hazretlerinin hocasıdır. Çömlekçilik yaptığı için “Külâl” ismiyle meşhûr olmuştur. Buhârâ’nın Sûhârî kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 772 (m. 1370) senesinde Sûhârî’de vefât etti. Kabri oradadır. Büyük bir âlim ve mürşid-i kâmil olup, her ânını İslamiyet’e uygun olarak geçirirdi. Pek çok kimse onun sohbetinde ve derslerinde kemâle ulaşmıştır. Onun üstün hâllerini gösteren çok menkıbesi vardır.

Annesi şöyle anlatmıştır: “Emîr Külâl’e hâmile iken, şüpheli bir lokma yesem, karın ağrısına tutulurdum. O lokmayı midemden geri çıkarmadıkça, karın ağrısından kurtulamazdım. Bu hâl üç defa başıma gelince, çok temiz ve hayırlı bir çocuğa hâmile olduğumu anladım. Bunun üzerine yediğim lokmaların helâlden olmasına çok dikkat edip, ihtiyâtlı davrandım.”

Babası Seyyid Hamza, Medine’den gelip, Buhârâ’nın Efşene köyüne yerleşmişti. Sâlih bir zât idi. Bir defasında, zamanın en meşhûr evliyâsı Seyyid Atâ, yanında zamânın meşhûr zâtlarıyla büyük bir cemâat hâlinde, Emîr Külâl hazretlerinin babası Seyyid Hamza’nın bulunduğu köyden geçiyordu. Bu yolculuğu sırasında tanışıp dost oldular. Bundan sonra Seyyid Atâ’nın her ne zaman oraya yolu düşse, önce doğruca Seyyid Hamza’nın evine gider, başkalarıyla daha sonra görüşürdü. Yine bir defasında Efşene köyüne uğramış ve Seyyid Hamza’nın yanına gelmişti. Bu gelişinde ona bir müjde verip, şöyle demiştir: “Ey Kardeşim! Allahü Teâlâ sana öyle bir evlât verecek ki, şânı pek yüce olacak. Cihan, baştan başa onun hizmetine girecektir.

Bu çocuğun doğduğu zaman. İsmini Emîr Külâl koy.” Aradan yıllar geçti. Seyyid Hamza’nın bir oğlu oldu. Seyyid Atâ’nın işâreti üzerine. İsmini “Emîr Külâl” koydu. Seyyid Atâ yine Efşene köyüne gelmişti. Bu sırada Seyyid Emîr Külâl dört-beş yaşlarına girmişti. Seyyid Atâ, Efşene köyüne geldiği sırada, çocuklardan bir kısmı sokakta oynuyor, Emîr Külâl de oyuna karışmadan kenarda duruyordu. Seyyid Atâ’yı görünce, koşup yanına geldi. O da elinden tutup, beraberce eve gittiler. Evlerine varınca, Seyyid Atâ onu yanına oturtup, kendi sarığını ikiye bölüp, bir kısmını kendi başına, bir kısmını da Seyyid Emîr Külâl’in başına sardı. Ona teveccüh ve himmette bulunup, çok duâ etti. Duâsı ve himmeti bereketiyle, tasavvuf hâllerinden ve mertebelerinden çok ni’metlere kavuşturdu. Sonra da “Emîr Külâl’in öyle derecelere kavuşacağını müşâhede ediyorum ki, onun derecesi, benim derecemden üstün olacak buyurdu. Böylece Emîr Külâl, henüz küçük yaşında büyük bir evliyânın teveccühüne ve duâsına kavuşmakla şereflendi ve bu saadetle büyüdü.

Emîr Külâl ilk gençlik yıllarında, on beş yaşlarında iken güreşmeye heves etmiş ve bu işle meşgûl olmaya başlamıştı. Bir gün güreş meydanına çıkıp dönerken, seyircilerden birinin kalbine şöyle gelir “Bu seyyid çocuk, güreş ile meşgûl oluyor, hâlbuki böyle bir hâlde bulunmak, kendisinin yüksek değerine ve seyyidlik şerefine uygun değildir. Kalbine bu düşüncenin gelmesiyle, oturduğu yerde uyur; rü’yâda görür ki, kıyâmet kopmuş ve kendisi göğsüne kadar bir bataklığa batmıştı. Çıkmaya gücü yoktu. Fakat öteden Emîr Külâl hazretleri gelip, elleriyle onu pazusundan tutup, bataklıktan çıkarır. Sonra uykudan uyanınca, görür ki, güreş bitmiştir. Seyyid Emîr Külâl hazretleri, ona dönüp; “Senin rü’yânda gördüğün gün için pehlivanlık ediyorum; senin gibi çamura ve bataklığa batmış olanları kuvvet ve himmetle kurtarırım” buyurmuştur. O zât, Emîr Külâl’in ellerine kapanıp, tövbe ve istiğfar etmiştir.

Yine gençlik yıllarında birgün, er meydanında güreş tutmakta ve büyük bir kalabalık da onu seyretmekte idi. Zamanın büyük âlimi ve mürşid-i kâmili olan Muhammed Bâbâ Semmâsî, o güreşirken tam oradan geçmekte idi. Orada durup, uzun müddet ayakta onu seyretti. Yanında bulunan talebeleri onu seyretmesine şaşıp, kendi kendilerine; acaba bu işle meşgûl olanları seyretmesinin sebebi nedir? diye düşündüler. Muhammed Bâbâ Semmâsî, yanında bulunan talebelerinin kalplerinden geçeni anlayıp buyurdu ki: “Bu meydanda öyle bir mert vardır ki, pek çok kimse onun sohbetinin bereketiyle evliyâlık konaklarının üstün mertebelerine kavuşacaktır.

Onu, bulunduğumuz yola bağlamak istiyorum. Onlar böyle konuşurken, Emîr Külâl’in gözleri Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye takıldı. Onu görür görmez, birdenbire kalbi ona tutulup değişiverdi. Hemen koşup yanına yaklaştı. Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin ellerine kapandı. O güne kadar yaptığı bütün hatâ ve günahlardan tövbe etti ve Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye sâdık bir talebe oldu. Bundan sonra, hayâtında yeni ve bambaşka bir safha başlamıştı. Hocasının sohbetinden ve hizmetinden hiç ayrılmadı. Yirmi sene sohbetine ve derslerine devam etti. Her hafta Pazartesi ve perşembe günleri, Sûhârî’den beş fersah (30 km. kadar) uzakta bulunan ve hocasının ikâmet etmekte olduğu Semmas’a gider gelirdi. Hocasına olan bağlılığı, temizliği, gayreti, ilme olan arzu ve isteği, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Hocasının derslerinde ve sohbetlerinde kemâle ulaştı, insanlara doğru yolu gösteren kıymetli bir rehber oldu. Hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin vefâtından sonra, onun yerine geçip, irşâd vazîfesi yaptı.

İnsanların İslâm ahlâkı ile ahlaklanmasını, kalbin ve rûhun kötü huylardan kurtulmasını, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlayan ve bu iş için lâzım olan bilgileri öğreten tasavvuf ilminde çok talebe yetiştirdi. Nakledilir ki, bir defasında Mekke-i mükerremeden ve Medîne-i münevvereden tasavvuf ehli olan kimseler, bir cemâat hâlinde Buhârâ’ya geldiler, Buhârâ’da Sûhârî köyüne gitmek istediklerini söyleyerek, bu köyü sordular. Bunun üzerine kendilerine; “Siz nereden geliyorsunuz ve bu köyü niçin Soruyorsunuz?” dediler. Onlar da Mekke ve Medine’den geldiklerini, Sûhârî köyünü sormalarından maksatlarının, orada ikâmet etmekte olan Emîr Külâl hazretlerini ziyâret etmek ve onunla görüşmek olduğunu söylediler.

Buhârâ’da görüştükleri kimseler, onlara; “Mâlesef, Emîr Külâl hazretleri vefât etti” dediler. Gelenler dediler ki: “Madem mübârek yüzünü görmek nasîb olmadı, bari oğullarıyla görüşelim.” Bu maksatla Sûhârî köyüne gittiler. Emîr Külâl hazretlerinin oğulları, onlarla görüşüp sohbet ettiler. Onlara; “Babamız Mekke ve Medine’ye hiç gitmemişti. Siz onu nereden tanıyorsunuz?” dediler. Gelenler, “Biz de buralara hiç gelmedik. Fakat biz Emîr Külâl hazretlerini Kâ’be’de gördük. İki-üç seneden beri hac mevsiminde bizimle beraber Kâ’be’yi tavaf ederdi. Mekke ve Medine’de pekçok kimse ona bî’at edip talebe olmuştu. Fakat bu sene Kâ’be’ye gelmedi. Merak edip, ona olan muhabbetimiz ve hasretimiz sebebiyle görmeye gelmiştik, fakat nasîb olmadı” dediler. Böylece, Emîr Külâl hazretlerinin, kerâmetle, her sene hac mevsiminde, bulunduğu beldenin halkı farkına varmadan Ka’be’ye gittiği anlaşıldı. Gelen ziyâretciler, daha sonra Emîr Külâl hazretlerinin kabrini ziyâret edip, duâ ettiler. Sonra da oğullarından müsâade alarak Sûhâri köyünden ayrıldılar.

Emîr Külâl, hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin yanında, Semmâs’da bulunduğu sırada, orada oturan bir grup insanla, başka bir köyden bir cemâat arasında anlaşmazlık çıkmıştı, iş kavgaya dökülüp, birinin dişi kırılmıştı. Dişi kırılan kimse ve taraftarları, kırılan dişin diyetini almak için hâkime müracaat etmeye karar verdiler. Fakat önce Muhammed Bâbâ Semmâsî’ye danışalım, kendi başımıza iş yapmayalım, ne buyurursa öyle yapalım dediler. Doğruca Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin huzûruna gidip, durumu arzettiler. “Kırılan dişi verin” buyurdu. Dişi alıp, o sırada henüz yanında talebe olan Emîr Külâl’e kırık dişi verip; “Ey evlâdım, şu işi hallet de aralarındaki anlaşmazlık bitsin” buyurdu. Emîr Külâl, kırık dişi alıp, evliyânın rûhâniyetini vesile kılıp, Allahü teâlâya duâ ederek, kırık dişi yerine koydu. Hemen o anda, duâsı bereketiyle diş, eskisi gibi sağlam bir hâle geldi. Dişi kırılan kimse, bu hâdise karşısında hayret edip, dişini kıranları şikâyet etmekten vazgeçti. Yanında bulunanlarla birlikte, yaptıklarına pişman olup, tövbe ettiler ve doğru yol üzere yürüyen sâlih kimselerden oldular.

Abdullah Ensârî’nin oğlu Kutb-i Hirevî Câbir bin Abdullah buyurdu ki: “Rahmet bir anda gelir, fakat kalb, hazır ve uyanık olmaz.” Bir kimse kendini riyâzet sahrasında yorar (nefsine uymaz), ömrünü din ilmini öğrenmekle ve Muhammed aleyhisselâmın dinine uymakla geçirirse ve daha gençliğinde, ihtiyârlıkta yapılacak güzel işleri yaparsa, ihtiyârlığında bu güzel amellerinin faydasından mahrûm kalmaz.

Nakledilir ki, Timur Hân Semerkand’a yerleşince, Buhârâ’ya gitmeyi arzu etti. Bu sebeple Emîr Külâl hazretlerine haber gönderip, bizim Buhârâ’ya gelmemize müsâade ederler mi? Şayet izin verilmezse; kendilerinin Semerkand’a teşrîf etmelerini arzu ediyoruz, nasıl buyururlarsa öyle yapalım” dedi. Timur Hân’ın bu arzusu üzerine, Emîr Külâl hazretleri ne gelmesini ne gitmeyi kabûl edemeyeceğini ve kendilerine duâ etmekte olduğunu söyledi. Bunları bildirmek ve Timur Hân’la görüşmek üzere, oğlu Emîr Ömer’i vazifelendirdi. Oğlunu gönderirken şöyle dedi: “Ey oğlum! Emîr Timur’a söyle! Eğer Allahü Teâlâ’nın râzı olduğu yolda yürümek istiyorsa, takvâdan ve adâletten asla ayrılmasın. Bunları kendisine şiar edinsin ki, kıyâmet günü kurtulabilsin! Yine söyle ki, biz ve talebelerimiz, her zaman ona duâ etmekteyiz. Eğer dünyâya meylederse; bu durumların fâidesine kavuşamaz.” Emîr Külâl hazretlerinin oğlu Emîr Ömer, Semerkand’a gidip, Timur Hân ile görüştü.

Babasının söylediği şeyleri aynen bildirdi. Birkaç gün sonra da Buhârâ’ya dönmek üzere Timur Han’dan müsâade istedi. Ayrılırken, Timur Han ona; “Buhârâ ve çevresini sizin emrinize bırakayım, ne olur kabûl edin” dedi. Emîr Ömer; “Buna izin yok” dedi. Bunun üzerine Timur Hân; “Öyleyse Buhârâ şehrini Emîr Külâl hazretlerine bağışlayayım” deyince, Emîr Ömer yine; “Buna izin yok” dedi” Timur Hân; “Hiç olmazsa, Buhârâ yakınında ikâmet etmekte olduğunuz köyü size bağışlıyayım” diyerek, çok temennide bulundu. Emîr Ömer şöyle dedi: “Babamdan şu sözleri işittim: Sizin için şöyle buyurdu: “Eğer, Allah adamı olan büyüklerin kalbinde bir yer kazanmak istiyorsa, takvâdan ve adâletten ayrılmasın. Kıyâmet günü Allahü Teâlâ’nın rahmetine kavuşmak bununla olur.”

Bir defasında Buhârâ’da bulunan âlimler hep birlikte Emîr Külâl’i ziyârete gitmeye karar verdiler. Kendi kendilerine dediler ki: “Eğer Emîr Külâl gerçekten evliyâ ise, her birimize birer kızarmış kaz, hizmetçilerimize de ördek ikram eder.” Aralarında bulunan Havend Şah, ayrıca şöyle der: “Kazı önüme koyduğu zaman, onu parçalayarak yemem için, bana bir de bıçak vermesini beklerim.” Bu düşüncelerle, ziyâret için yola çıktılar. Bu sırada Emîr Külâl’in oğlu Seyyid Hamza, babasına çok miktarda kaz ve ördek getirdi. Babası ona duâ edip; “Ey oğlum! Buhârâ’da bulunan meşhûr kimseler, bize gelmek üzeredirler. Hatırlarından geçen ve düşündükleri şeyler var. Sen, şimdi kazları ve ördekleri hemen pişir ve onları bekle” dedi. Nihâyet misâfirler, Emîr Külâl’in evine gelip oturdular.

 Bir müddet sonra Seyyid Hamza sofrayı kurup, gelenlerin akıllarından geçirdikleri gibi, önlerine pişmiş kaz ve ördekleri koydu. Bana bir de bıçak verilmesini isterim diye düşünen Havend Sah’a da bir bıçak verdi. Yemeğe başladılar. Havend Şah, verilen bıçak ile kazı parçalayıp yiyordu. Bir ara, verilen bıçağı kullanırken elini kestirdi Devamlı kan akıyor, bir türlü kesilmiyordu. Bu arada hemen Emîr Külâl içeriye girip, elini kestiren adama; “Sakın bir daha dervişleri imtihan etmeye kalkışma” dedi. Sonra diğerlerine dönüp; “Siz bu kazları benim hazırladığımı zannetmeyin. Bunları size, Emîr Hamza getirip, hazırladı. Siz onun mertebesine bakın. Bu yolun büyüklerinin âdeti şöyledir ki, her ne iyilik hâsıl olmuşsa, onu kendinden bilmezler” buyurdu. Bunun üzerine gelenler, böyle düşünerek gelmekle çok hatâ ettik dediler. Yaptıklarına pişman oldular. Emîr Külâl’in büyüklüğünü görerek, hayran, olup onu sevdiler.

Emîr Külâl bir defasında, Buhârâ’da Cum’a namazı kılmak için talebeleriyle Buhârâ’ya gidiyordu. Buhârâ’ya vardıklarında, Emîr Külâl dedi ki: “Ey dostlarım, Şeyh Muhammed Agâî Bazergân, şu ânda Belh şehrinde vefât etti.” Bu söze şaşanlar oldu. Çünkü kendisi Buhârâ şehrinde olduğu hâlde, Belh şehrindeki bir hâdiseyi haber veriyordu. Bu söze hayret edenlere buyurdu ki: “Biliniz ki Allahü Teâlâ, Resûlü Muhammed aleyhisselâma tam tâbi olan kullarına öyle dereceler ihsân eder ki, her zaman doğuda ve batıda ne vukû’ bulursa, gözlerinin önünde görüp bilirler. Belh şehrinin uzaklığı nedir ki.” Bunun üzerine talebeleri, o günün târihini yazdılar. Daha sonra gördüler ki, Emîr Külâl hazretlerinin işâret ettiği gün, o zât vefat etmişti.

Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin talebelerinden bir kısmı, Emîr Külâl hazretlerine, evliyânın kerâmetinden sordular. Buyurdu ki: “Evliyânın kerâmeti haktır. Aklen ve naklen caizdir. Bu husûsta evliyâdan çok nakiller vardır. Malûm ve meşhûr olup, hiç şüphe yoktur. Kalbi imân nûruyla aydınlanmış olan herkes, evliyânın kerâmetine inanır ve bu husûsta hiç şüphe etmez. Buna misâl çoktur. Süleymân aleyhisselâmın veziri Asaf’ın, Saba melikesi Belkıs’ın tahtını bir ânda Sana’dan Kudüs’e getirmesi gibi.

Bir başka misâl, Hazreti Ömer, bir defasında Medine-i münevverede mescidde, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) minberi üzerinde hutbe okuyordu. Bu sırada çok uzaklarda düşmanla cihâda çıkmış olan İslâm ordusunun tehlikeli bir durumda olduğunu görüp, ordu kumandanına Yâ Sariyye dağa dağa” buyurdu. Uzakta olan kumandan Sariyye ve ordunun erleri, bu sesi duyup dağa çekildi. Düşmanın tehlikeli hücumundan korundu. Bu, apaçık bir kerâmettir. Eğer bir kimse, bu kerâmet, mu’cizeden aşağı değil derse, bu yanlıştır. Çünkü, hiçbir velî, Peygamber derecesinde olamaz. Evliyâ-i kiram buyurmuşlardır ki: “Evliyâdan meydana gelen kerâmet, Peygamberimizin (aleyhisselâm) mu’cizesinden dolayıdır ve Peygamberin peygamberliğini tasdik eder. Ona tâbi olmayı gösterir. Eğer Peygamberler doğru sözlü olmasaydı, evliyânın kerâmeti de hâsıl olmazdı. Çünkü evliyâ, Nebî’ye tâbi olmuştur.”

Bâyezid-i Bistâmî buyurdu ki: “Enbiyâ (Peygamberler), misk ve bal misâlidir. Bunlardan bir damla evliyâya geliyor ve evliyâya gelen bu damladan misk yayılıyor.”

Vasıyyeti: Emîr Külâl hazretleri, marâz-ı mevtinde (ölüm hastalığında) bulunduğu sırada, talebelerine şöyle vasıyyet etti: “Ey kıymetli talebelerim! İlim öğrenmekten ve Muhammed aleyhisselâmın yoluna tâbi olmaktan asla ayrılmayınız. Bu, mü’min için bütün saadetlerin ve ni’metlerin vasıtasıdır. Bunun için Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “İlim öğrenmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır.” Ya’nî her müslüman erkeğin ve kadının, kendine lâzım olan din bilgilerini öğrenmesi farzdır.

 Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir

1-îmân ve i’tikâd bilgileri

2- Namazla ilgili bilgiler.

3-Oruçla ilgili bilgiler.

4-Zengin ise, zekât ile ilgili bilgiler.

5-Eğer zengin ise, hac ile ilgili bilgiler.

6-Ana-baba hakkını öğrenmek.

Allahü teâlânın kendisinden râzı olmasını isteyen, annesinin ve babasının rızâsını kazanır. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Allahü teâlânın rızâsı, ana-babanın rızâsını kazanmakla elde edilir.” buyurdu. Bu bakımdan, anne-babanın hakkını gözetmek mühimdir.

7-Sıla-i rahm, (akrabayı ziyâret).

8-Komşu hakkını gözetmek.

9-Lâzım olan alış-veriş bilgilerini öğrenmek.

10-Helâli ve haramları öğrenmek lâzımdır. Çünkü insanların çoğu, bilmediğinden ve bildiği ile amel etmediğinden helak olmuştur.

İyi biliniz ki, dünyâyı ve dünyâya düşkün olanları sevmek, sizin, Allahü Teâlâ’nın râzı olduğu yolda yürümenize mâni olan büyük bir engeldir. Dâima Allahü Teâlâ’yı hatırlayıp, O’nu zikrediniz ki, dîninizi dünyâya değişmemiş olasınız. Herhâlde Allahü Teâlâ’dan korkunuz, hiçbir ibâdet Allah korkusundan daha te’sîrli değildir. Allahü Teâlâ’dan korkan kimseden çekininiz. Allahü Teâlâ’dan korkmayan kimseden ise, korkmayınız.

Ey dostlarım, dâima Allahü Teâlâ’yı zikrediniz. Allahü Teâlâ’dan başka her şeyi bırakınız. “La ilahe illallah” Kelime-i tevhîdini söylerken “La” derken nefyediniz, Allahü teâlâdan başka hiçbir ma’bûd olmadığını biliniz, “İllallah” derken. Allahü Teâlâ’nın noksan sıfatlarından münezzeh olduğunu biliniz. Biliniz ki, elbiseyi temiz su temizler. Dili, Allahü Teâlâ’yı zikretmek temizler. Bedeninizi namaz kılmak, malınızı zekât vermek temizler. Yolunuzu, insanların sizden hoşnut, memnun olması temizler. İhlâs sahibi oluncaya kadar ihlâsı, kurtuluşa erinceye kadar da kurtuluşu arayınız.

Biliniz ki kalbin, dilin ve bedenin temiz olması, helâl lokma yemeye bağlıdır. Helâl lokma yiyen insanın midesi, içinde temiz su toplanan havuz gibidir. Bu havuzdan etrâfa temiz su dağılır ve bu su ile çiçekler yetişir, ağaçlar meyve verir, ondan istifâde edilir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Bir kimse, hiç haram karıştırmadan kırk gün helâl yerse, Allahü Teâlâ onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine nehirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini kalbinden giderir.”

Tövbe ediniz. Tövbekâr ve edebli olmak lâzımdır. Tövbe ediniz ki, tövbe, bütün tâatların başıdır. Tövbe, sâdece dil ile olmaz! Tövbe işlenen günahlara kalpten pişmanlık ve bir daha günâhı işlememektir. Allahü Teâlâ’dan dâima korkunuz. Kendi günahlarınıza bakıp, tövbe ediniz. Başkaları sizden hoşnut olsun. Günahlarınıza pişman olup, o kadar ağlayıp tövbe ediniz ki, gerçekten size tövbekâr densin. Dünya’da iken günahlara pişman olup, kulluk vazîfesini yaparak âhıreti kazanmak lâzımdır, işte, bütün işin aslı budur. Sevgi ve muhabbet; Allahü Teâlâ’nın rızâsını aramak ve kötü işleri terketmek, ahde vefa göstermek, emânete ihânet etmemek, kendi kusurlarını görüp, amelleri ile övünmemek, amellerini görmemek, dâima Allahü Teâlâ’yı zikretmekle meşgûl olmaktır. Hiçbir işe, Allahü Teâlâ’nın ismini söylemeden (Besmelesiz) başlamayınız ki, âhırette yaptığınız o işten dolayı utanmayasınız. Bu bakımdan, bir şeye başlarken, önce Besmele çekiniz, sonra işe başlayınız.

Allahü Teâlâ’nın emirlerine itaat ediniz. Nerede olursanız olun, ilim öğrenmekten ve amel etmekten uzak kalmayınız. Her ne olursa olsun karşınıza her ne güçlük çıkarsa çıksın, ilmi ve ameli asla terk etmeyiniz.

Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker (iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmak) vazîfesini yerine getiriniz. Dînin yasak ettiği şeylerden, dîne uygun olmayan işlerden ve bid’atlerden sakınınız. Âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: “Ey îmân edenler! Kendinizi ve evlerinizde ve emrinizde olanları ateşten (Cehennemden) koruyunuz ki, onun yakacağı insanlar ve taşlardır...” (Tahrim-6) Âhırette bunlardan olmamak için çok korkup, sakınınız! Rivâyet edilir ki, Fudayl bin Iyâd şöyle anlatmıştır: Havanın çok sert ve soğuk olduğu bir gün, Şeyh Abdülallâm’i gördüm. Üzerinde ince bir elbise vardı. Soğuk olmasına rağmen, alnından buram buram ter damlıyordu. Dedim ki: “Bu soğukta böyle terlemenizin sebebi nedir?” Dedi ki: “Bir gün burada bir günah işleniyordu. Ben buna mâni olmak istedim. Fakat mâni olamadım. Bunun ızdırabından dolayı ve kıyâmet günü bunun günâhından nasıl kurtulurum diye düşünmekten böyle terliyorum.” Ya siz, her gün hem kendiniz hem de başkaları için nice emr-i ma’rûfu kaçırıyorsunuz, hâlinize bir bakınız!

İşlerinizi, dînimizin emirlerine uygun olarak yapınız. Bir iş yapacağınız zaman, bakınız, dînin emirlerine uygun ise, onu kabûl edip yapınız. Uymuyorsa, o işden vazgeçiniz. Bütün işlerin başı, dînin emirlerine yapışmaktır ve Allahü Teâlâ’nın koyduğu hudutları aşmamaktır. Akıllı kimse, kendi hâlini düşünür, insanlar ile kendi arasındaki hududa; hakka riâyet eder. Bunu gözetmeyenler için verilecek cezayı bildiren nice âyet-i kerîmeler nâzil olmuştur. Her zaman ve her yerde, bakarken, konuşurken, dinlerken, gelirken, yerken ve içerken, Allahü Teâlâ’ya karşı ve insanlara karşı uyulması gereken bir hudut vardır. Fırsatı ganîmet biliniz, yaptığınız işleri kurtuluşunuza vesile olacak şekilde yapınız. Helâl rızık kazanmak için çalışınız. Kâfi miktarda kazanıp, isrâf ve cimrilik etmeyiniz. Nafakanızda dînimizin emrine uygun olarak ortalama davranınız. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “İşlerin hayırlısı, vasat olanıdır” buyurdu. Helâlinden ve kendi kazancınızdan yiyiniz. Eğer uykunuz gelirse, biraz uyuyunuz ki, ibâdet ve tâat yapmak için dinlenmiş olasınız. Fakat, Allahü Teâlâ’yı zikretmeden uyumayınız. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Âlimin uykusu, cahilin ibadetinden hayırlıdır” buyurdu.

Oruç ile ilgili husûsa gelince, oruç, senede bir aydır. Şu şartla ki, imsak vaktinden, akşam güneş batıncaya kadar orucu bozan şeylerden sakınmak, şartlarına uymaktır. Bunlardan başka, bir de oruçta uyulması gereken bâtınî şartlar vardır. Bunlar ise; gözü harama bakmaktan korumak, kulağı haram olan şeyleri dinlemekten, eli harama uzatmaktan, ayağı harama gitmekten korumaktır. Orucun hakîkati ise şunlardır: Kalbi hased, tama’, nifak, kin, ucbdan korumak, her zaman bunlardan uzak yaşamak ve bilhassa oruçlu iken bu kötü huylardan sakınmak lâzımdır.

Diğer bir husûs da zekâtı seve seve vermek ve şartlarına uymaktır. Resûlullah (aleyhisselâm), zekâtını vermiyenin namazının, orucunun, haccının, cihâdının ve hiçbir tâatının kabûl edilmeyeceğini bildirmiştir. Cimri olan kimse, Allahü Teâlâ’nın rahmetinden, insanların sevgisinden ve Cennetten uzak, Cehenneme yakındır. Cömert olan kimse ise, Allahü Teâlâ’nın rahmetine, kulların sevgisine ve Cennete yakın, Cehennemden uzaktır. Bizim yolumuz budur, dostlarımız bu vasiyete sarılsın. Bizim büyüklerimiz, talebelerine böyle buyurmuşlar ve maksada ulaşmışlardır. Ümîd ediyorum ki: Allahü Teâlâ’nın yardımı ile bizim dostlarımız da kavuşur.

Ey talebelerim! İnsanların maksada, saadete kavuşmaktan mahrûm kalmalarının sebebi; âhıret yolunu bırakıp, kötü olan dünyâya sarılmalarıdır. Âhıret saadetini isteyen kimsenin, doğru i’tikâda sâhib olup, bid’at ve dalâlet olan şeylerden uzak durarak ve yaptığı her işten hesaba çekileceğini bilerek, ona göre hareket etmelidir. Ey dostlarım! Gidişatınızdan habersiz olmak kadar kötü bir şey yoktur. Bu hâl, gaflet içinde olmanın delîlidir. Başkalarının habersiz olduğu şeyler, bu yolun büyüklerine açılmıştır. Onların maksadı, Allahü Teâlâ’nın rızâsını aramaktır. Onlar, buna kavuşmuşlardır. Allahü Teâlâ, her asırda sevip seçtiği kullarından bir büyük zât yaratır. Böylece herkesi belâlardan, felâketlerden korur. Ey talebelerim! Böyle olan zâta talebe olunuz. Böylece dünyâ ve âhıret saadetine kavuşursunuz. Ümmet-i Muhammed’in (aleyhisselâm) aydınlatıcıları olan âlimlere yakın olunuz. Resûlullah (aleyhisselâm); “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir” buyurdu. Sakın, ilmi ve âlimleri sevmekten uzak kalmayınız. Bu, kurtuluş vesilesidir. Resûlullah (aleyhisselâm); “Kim âlimi ve ilmi severse, hatâ işlemez” buyurdu.

       Câhiller ile görüşmek, insanı Allahü Teâlâ’dan uzaklaştırır. Simâ’ yapıyoruz diyerek hoplayıp, zıplayan kimselerin meclislerinden uzak durunuz. Onlarla oturmayınız. Onlarla sohbet, kalbi öldürür. Bunun için bu yolun büyükleri, bu işten uzak durmuşlardır. Gerçekten sima’ hâlinde olan kimsenin hâli öyledir ki, o anda bıçak çalsan haberi olmaz. Eğer böyle olursa, o kimse sima’ hâlinde olduğunu gösterir.

 Ruhsatlardan uzak durup, azîmet ile amel ediniz. Ruhsatlar ile amel etmek zayıf kimselerin işidir. Eğer bundan daha çok nasihat isterseniz, Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin nasihat ve yazılarına bakınız. Bu kadar kifâyet eder. Akıllı olana bir işâret yetişir.

Emîr Külâl hazretleri vasıyyetini yapacağı sırada, oğulları; Emîr Burhan, Emîr Şah, Emîr Hamza, Emîr Ömer ve talebelerinin çoğu huzûrunda bulunuyordu. Bu oğullarından Emîr Burhân’ın yetiştirilmesini, en başta gelen talebesi ve halîfesi Behâeddîn-i Buhârî’ye havale etti. Diğer oğlu Emîr Şâh’ı, Şeyh Yâdigâr’a, Emîr Hamzâ’yı, Mevlânâ Ârif Dehdigerâniye, Emîr Ömer’i de Mevlânâ Cemâleddîn Dehkesyânî’ye yetiştirilmeleri için havale etmişti. Oğullarına buyurdu ki: “Hanginiz, Allahü Teâlâ’nın kullarına hizmet etmek için benim vekîlim olur?” Oğulları; “Ey yakîn yolunun rehberi, biz buna nasıl güç yetirebiliriz? Fakat kim bu işi kabûl ederse, biz onun hizmetine girelim” dediler. Oğulları böyle deyince, Emîr Külâl hazretleri başını eğip, murâkabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırdı. “Büyüklerin rûhâniyeti, Emîr Hamza’nın bu işi kabûl etmesini işâret buyurdular” dedi. Emîr Hamza, kabullenemeyeceğini arz etti ise de “Bunu kabûl etmekten başka bir çâre göremiyorum. Kabûl edeceksin, bu iş bizim elimizde değildir. Sen de biliyorsun” buyurdu.

Bundan sonra Emîr Külâl, talebelerinden ayrılıp, husûsî odasına geçti. Üç gün, üç gece dışarı çıkmadı. Sonra dışarı çıktı. Meclisinde toplananlar, neden üç gündür dışarı çıkmadığını sordular. Buyurdu ki: “Üç geceden, beri, benim ve talebelerimin hâli nasıl olur? diye düşünüyordum. Gaybden kulağıma bir ses geldi. Şöyle deniliyordu: “Ey Emîr Külâl! Kıyâmet gününde seni senin talebelerini dostlarını, sizin mutfağınızdan uçan bir sineğin üzerine konduğu kimseleri bile affettim.” Allahü Teâlâ, fadlından ve kereminden ihsân etti” dedi. Bunları söylediği perşembe günü sabaha doğru vefat etti.

KAYNAK

1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 990

2) Agâhî Seyyid Emîr Külâl (Mevlânâ Şihâbüddîn)

3) Reşehât sh. 42

4) Nefehât-ül-üns sh. 415

5) Hadikat-ül-verdiyye sh. 123

6) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 363

7) Rehber Ansiklopedisi cild-5, sh. 108

8) Hadikat-ül-evliyâ sh. 41

9) Umdet-ül-makâmât sh. 61