“1919 târihlerinde epeyce bir hastalık geçirmiştim.
Evde yatarken bir mektup aldım.
Ermeni Katolik patrikhanesi başkâtibi Terzibaşıyan imzasını hâvi bu mektubu gönderen, Fuzûlî divânını Ermeniceye terceme etmekte olduğunu söylüyor, anlayamadığı bâzı yerleri müzâkere için vaktim olup olmadığını soruyordu.
Adresi yazılmış ve pulu yapıştırılmış bir zarf da beraber gönderilmişti.
Şimdi hastayım, iyileşirsem müzâkerede bulunabilirim diye cevap yazdım.
İki gün sonra bu muhterem adam iyâdetime geldi, istifsâr-ı hâtırda bulundu.
Kendisinin Ankaralı olduğunu, Vatikan'dan mezun bulunduğunu, Avrupa lisanlarından birkaçını bildiğini, Arapça ile Farsça'yı biraz anladığını söyledi.
Hele Türkçe'yi pek iyi konuşuyordu.
Bir iki saat görüştük ve birbirimizden hoşlandık.
İyi olduktan sonra ziyaretine gittim.
Şişlide Katolik mezarlığının üst tarafındaki sokağın içinde ve sağ cihetteki evlerden birinde oturuyordu.
Ziyaretimden çok memnun oldu.
Hemen Fuzûlî divânı'nı çıkardı.
Bâzı gazellerini okudu.
İnşâdındaki kusurdan (Arûz) ile meşgul olmadığını anladım.
(Taktı') usûlünü kısaca söyledim.
Çabucak kavradı, nisbeten ahenklice okumaya başladı.
Ondan sonra kendine müşkil olan bâzı beyitleri sordu.
Hâtırımda kaldığına göre ilk sorduğu, Fuzûlî divânı'nın başındaki (Tevhid)'e dâir kasîdenin matlaında (hulle) kelimesi idi.
Kim bilir? Belki de mâhud( dindeki talakla ilgili ) hulle mes'elesine âid bir şey sanmıştı.
Arapların peştamal gibi bele sardıkları beze (izâr), silecek gibi omuza attıklarına da (rida) denildiğini, ikisine birden bir takım elbise demek olmak üzre, (hulle) tâbir edildiğini haber verdim.
Edebî müzâkerelerinde Hâfız ve Fuzulî divânlarını gözden geçirdiklerini belirten Tâhir el-Mevlevî, muhtelif meseleler hakkında saatlerce söyleştiklerini ve bu söyleşmeler arasında dinî bahisler de olduğunu belirterek, sözlerine şöyle devam etmektedir: “Fakat ne o beni Katolik olmaya teşvik etti, ne de ben onu Müslüman olmaya davet ettim.
İkimiz de medenî ve terbiyeli bir adamın yapacağı gibi birbirimizin itikâdına tearuzda bulunmadık.
Ara, sıra zarîfâ-ne latîfeler de oluyordu.
Meselâ: yetmişi geçkin bir ihtiyar olduğu hâlde, bana hürmet ve hiz-met için bir gün eliyle çay pişirmişti.
Bardaklar gayet ufak olduklarından ben bir tâne şeker almakla iktifâ ettim.
- Bir tâne yeter mi? Baksanıza ben üç tâne koydum dedi.
Gülerek:
- Bize bir tâne kâfî, size üç tâne lazım, dedim.
Nükteyi anladı. O da gülerek:
- Siz kanaatkârsınız, cevâbını verdi.
Şu muhâvere ile (Tevhîd) ve (Teslîs)'e imâ edilmişti.” (s.45-46).
Tâhir el-Mevlevî, bir başka dînî mevzûyu şöyle görüştüklerini ifâde etmektedir:
“Yine bir gün kütübhânesinden bir Mushaf çıkardı.
(İnnâ..) âyetini okuyup ne demek olduğunu sordu.
Ben, kendimde Kur'ân tefsîrine salâhiyet görmediğimi söylemekle berâber (Lillah)'daki (lam)'ın (temellük) ifâde etmesi dolayısı ile âyetin “biz, Allah'ın milki ve memlûkiyiz, yine onun nezdine gideceğiz” meâlinde bulunduğunu anlattım.
Bunun üzerine Terzibaşıyan:
- Yakışan mânâ bu.
Fransızca tercemesi yanlış yapılmış, çünki orada “biz Allah'ın oğullarıyız” diye çevrilmiş, dedi.” (s.46).
Manevî bir şahsiyete sâhip olan Tâhir el-Mevlevî'nin, çalışmalarını ve hizmetlerini, daha çok Mevlâna ve Mevlevîliğe hasrettiği görülmektedir.
Yorumlar